Müslümanlar Arasında Çıkan İhtilafların Temel Sebebi – Tekfir Problemi
Bütün kemâl sıfatlarla muttasıf ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’a hamd-u senalar olsun. Yüce Rabbimizi, noksanlık vehmi veren kelimelerin zahiri manaları ile vasıflanmaktan tenzih ederim. Muhakkak ki bütün övgüler O’na aittir. Salat ve Selam O’nu en iyi bilen ve bizlere en mükemmeliyle öğreten Resulü’ne, âline, ashabına ve ihsan üzere onlara tabi olanların üzerine olsun.
Helvadan yapılmış putlara tapılan ve insanlığın karanlığa gömülmüş olduğu bir çağda Allah [Subhanehu ve Teâlâ], bize kâinata önder kıldığı muttakilerin imamı Hz Muhammed Mustafa’yı [sallallahu aleyhi vesellem] Peygamber olarak gönderdi. Dinin hükümlerini, emir ve yasaklarını bizzat Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] bize öğretti. Her sorulana cevap verilmiş ve her nüzul olan öğretilmiş ve tefsir edilmiş olup 1400 yıl boyunca olduğu gibi tertemiz bir şekilde nakledilmesine rağmen başka milletlerin Müslüman olması ve yeni adetlerle karşılaşılması sebebiyle değişik ve yanlış fikirler de İslam’a sokulmak istenmiştir. Bu işte birçok faktör rol oynadı. Yeri geldi Yahudi adam Müslüman kisvesi altında düşmanlık etti, yeri geldi raviler hata yaptı ve layık olmayanlar rivayette bulundu…
İhtilafların bu denli çokluğunun ana kaynağı da budur. Abdullah bin Sebe’ bir Yahudi idi ve Müslüman olduğunu gösterip Şia akımının ilk kıvılcımlarını ateşledi. Ma’bed El-Cuheni kaderi inkâr etti. Hariciler, Hz Ali’ye “Sen hakem kabul ettin, Allah’tan başkasının hükmünü kabul eden kâfir olur”. Deyip şehid ettiler. İslam’ın temel prensiplerine uymayan bu tür fikirler ehil olmayanların kendinden büyük işlere kalkışmaları ve kalplerinde bozukluk olanların fitne çıkarma heveslerinden kaynaklanıyordu.
Baktığımızda herkes kendi iddiasına delil olarak Kuran-ı Kerim’i gösteriyor. Bu ihtilafların hepsine kaynak olarak yüce kitabımızın gösterilmesi çok elimdir. Nihayetinde ihtilafların olacağını biliyoruz. Fakat en büyük sorun tekfir konusundaki ihtilaflardır. Çünkü Ehlisünnet imamları “Zaruret-i diniyyeyi inkâr etmediği ve yaptığı günahı helal kılmadığı müddetçe[1] Kıble ehli olan hiçbir kimseyi tekfir edemeyiz” derler.
Allah Teâlâ, Kuran-ı Kerimde meâlen şöyle buyurmaktadır: “Elif, lâm, mîm. İşte bu kitap (Kur’ân-ı Kerîm)! Kendisinde hiçbir şüphe yoktur. Takva sahipleri[2] için bir hidâyet rehberidir.” (Bakara 2/1-2) Evet, bu kitap gerçekten Allah Teâlâ’nın kitabıdır ve hidayet kaynağıdır. Fakat Allah Teâlâ, muttakilerin bu kitaptan hidayet bulacağını söylemiştir. Yani Kuran-ı Kerimin işaret ettiği doğru yolu bulabilmek için muttaki olmak gerekir. Mühendis olmak için yalnızca diplomaya sahip olmak yeterli olmadığı gibi Kuran-ı Kerimde Allah Teâlâ’nın irade ettiği manayı doğru bir şekilde anlayabilmek için yalnızca Arap diline hâkim olmak yeterli olmaz. Bu kişide takva da olmak zorundadır. Nitekim Kuran-ı Kerim doğru yolu gösteren bir işarettir. İşaret ve levhalar bizi doğru yola ulaştırır. Bir kişi, yabancısı olduğu bir yolda bulunan levhada yazılanı anlamazsa menziline ulaşamaz. Fakat oralarda bulunan ve bölgeyi iyi bilen birisine sorup da doğru yolu bulabilir. Ya da bu kişi tabeladaki yazıyı okuyup yanlış anlarsa yanlış yola girme olasılığı artar. Yolu iyi bilen birisi kendisini uyardığında da dinlemiyorsa kesinlikle bu kişinin isabet etmesi mümkün değildir. Bu kişi Arap dilini bilmeyen birisi gibidir, Kuran-ı Kerim’e bakar ve anlayamaz. Anlayamadığı için de yol alamaz. Eğer Kuran-ı Kerimi iyi bilen, muttaki birisine danışır onun nasihatlerini alırsa hidayeti bulur ve istikamet üzere olur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorunuz” (Nahl 16/43).
Bir de şöyle bir durum vardır; yol bilmeyen birisine yanlış yol gösterenler de var. İnsanlar samimi duygularla onlara güvenip sorunca yanlış yol gösterip belki de doğru gidecek bir kişiyi yanlış yola saptırabiliyorlar. Allah Teâlâ hepimizi bu kişilerden muhafaza buyursun.
Bu yanlış yolda giden ve insanları da yanlışa sürükleyenlerin en büyük kılıcı Kuran-ı Kerim ayetlerini kendi emelleri doğrultusunda kullanıp insanları tekfir etmeleridir. Bu hususta İmam Buhari şöyle demiştir: “İbn-i Ömer [radıyallahu anhuma] Haricileri, Allah’ın yarattıklarının en şerlisi olarak görürdü. Onlar hakkında –Muhakkak ki Hariciler, Kâfirler hakkında inen ayetleri Müslümanlar aleyhinde kullandılar.- demiştir.”[3]
——————————————————————————————————————
[1] İmam Buhari “Es-Sahih” ’inde bir kişinin işlediği günahlardan ötürü kâfir sayılmayacağını anlatır. “Konu: Günah cahiliyenin emaresidir. Günah işleyen kişi işlediği günah sebebiyle kâfir olmaz ancak şirk ile olur. Allah Resûlü’nün [sallallahu aleyhi vesellem] şu sözüne binaen: “Muhakkak ki sen kendisinde cahiliye emaresi bulunan birisin.” Ve Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları) ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur.”
İmam Eşarî, İmam Beğavî ve daha nice ilim ehli bu konuda görüş bildirmişlerdir. Bir kişi işlediği günahtan ötürü tekfir edilemez.
[2]Allah korkusuyla kendini günahlardan uzak tutarak Allah’ın azabındân korunan ve böylelikle Allah’tan gereğince sakınan, O’na saygıda kusur etmeyen kimse.
“Muttakî”, “vekâ” fiilinin ifti’al babındaki: “ittika” kelimesinin ism-i fâilidir. “İttika” ve “takva” kelimelerinin kökü, “veka” fiilinin masdarı olan “vikâye”dir. Yine aynı fiilin “vakyen”, “vakıyeten”, “tevkıyeten” ve “vikaen” şeklinde “vikaye” ile aynı mânâya gelen masdarları vardır. Bu masdarların hepsi “bir şeyi muhafaza etmek, eziyetten korumak, himâye etmek, zarar verecek şeyden onu sakınmak, çekinmek” manâsındadırlar (Rağıb el-Isfahanî, el-Müfredât fi Garîbi’l-Kur’ân, s. 530)
[3] Buhari, istitabe, 6.