ReddiyelerTevessül

Zümer Suresi’nin Üçüncü Âyetini Delil Göstererek Tevessül’ü Şirk Kabul Edenlere Reddiye

Abstract

Those who have forgone scholarly knowledge or who have only taken their share from exoteric knowledge and not drawn from the oceans of manawi knowledge, and those who have learned a few verses by their literal/lexical meaning without mastering the fundamental disciplines of usul or reading books of tafsir have stood opposed to the ones who speak the truth and accused them of bid’ah and deviance. These people who have gotten caught up in the quagmire of simple or compound ignorance do not shy from altering the meaning of the verses and misinterpreting them. In particular, they change the places of a few words in the Qur’an verses addressing the idolaters to use it against Muslims and accuse them of shirk. Such views and inclinations are manifestations of Kharijite mentality. Their terrorism activities haven’t subsided since the first centuries of the Hijrah. Imam Bukhari (d.256/870) said the following regarding this matter: “Ibn al-Umar (radhyallahu anhuma) used to see Kharijites as the worst of Allah’s creation. He said about them ‘Surely Kharijites used the verses revealed about heretics against Muslims.’” Unfortunately, the world of Islam fell behind in scholarly studies such as tafsir and thus muslims make the mistake of accusing their own muslim brothers and sisters of committing shirk –with the accusers themselves committing a grave sin by doing so- based on the claims and assertions of such individuals due to not having a sound understanding of these disciplines. There are many Qur’anic nass and narrations that the Salafites use as weapon without knowing their meaning. In this study, we will address verse number 3 from Surah al-Zumar, which they use as evidence.

Keywords: Kharijism, Salafism, Tawassul, Shirk, Zumar 3.

Özet

Tarihten bu yana ilimsiz ya da sadece zâhirî ilimden nasiplenip manevîyat deryalarından yudumlamamış olan veya temel usûl ilimlerine hâkim olmadan, tefsirleri karıştırmadan birkaç âyet-i kerimenin yalnızca zâhirî/kelime manasını öğrenenler, çoğu zaman hakikat ehli olanlara karşı tavır almış ve onları bidat ve dalalet ile suçlamışlardır. Cehl-i basit ya da cehl-i mürekkep bataklığına düşmüş bu kimseler, bu uğurda âyet-i kerimelerin manasını değiştirmekten, yanlış tevil etmekten kaçınmamaktadırlar. Özellikle de Kur’an-ı kerimdeki puta tapan müşriklere hitap eden ayetleri bir iki kelimenin yerini ve manasını değiştirerek Müslümanlar aleyhinde kullanıp onları şirk ile suçlamaktadırlar. Bu tür görüş ve eğilimler, Hâricî zihniyetin bir tezahürüdür. Onların terör faaliyetleri, hicri ilk asırlardan beridir bitmek bilmedi. İmam Buhari (ö.256/870) bu hususta şöyle demiştir: “İbn-i Ömer (radiyallahu anhuma) Haricileri, Allah’ın yarattıklarının en şerlisi olarak görürdü. Onlar hakkında –Muhakkak ki Hariciler, Kâfirler hakkında inen ayetleri Müslümanlar aleyhinde kullandılar.- demiştir.”[1] Ne yazık ki İslam âlemi, tefsir karıştırmak gibi ilmî çalışmalardan oldukça geri kaldılar ve dolayısıyla bu ilimlere vakıf olamadıklarından dolayı böyle kişilerin iddiaları sebebiyle kendi müslüman kardeşini şirk ile suçlayabilmekte, büyük bir günaha düşebilmektedir. Selefîlerin anlamını bilmeden silah olarak kullandığı birçok Kur’ânî nas ve rivayetler vardır. Bu çalışmamızda, onların delil aldıkları ayet-i kerimelerden olan Zumer Suresi 3. ayet-i kerimeyi ele alacağız.

Anahtar kelimeler: Hâricîlik, Selefîlik, Tevessül, Şirk, Zümer 3.

Giriş

Din-i mubîni, Cibrîl-i Emin [aleyhisselâm] vasıtası ile Muhammed Mustafa’nın [sallallahu aleyhi vesellem] kalbine indiren ve Peygamberi vasıtası ile bize emir ve yasaklarını tebliğ eden yüce Allah’a hamd ve senâlar olsun. En güzel salat ve selamlar da İslam’ı en güzel şekilde ulaştıran ve tebliğ eden peygamberimiz Hz. Muhammed’e ve O’nun âline, güzide sahabelerine olsun.

Muhakkak ki ilk üç asırda yaşayan bütün selef-i sâlihin müçtehit imamları ve onlara hak yolda tabi olan bütün âlim ve evliyalar; Allah Teâlâ’ya isim ve sıfatları ile ve sahibinin ihlasla işlediği ve yalnızca Allah Teâlâ’nın rızasını talep ettiği bir salih amel ile tevessül edinmeyi caiz görmüşlerdir. Aynı şekilde peygamberleri ve evliyaları ile de tevessül edinmeyi icmâ ile caiz görmüşlerdir. Gerçek manada kendisine uyulan hiçbir imam ve âlim bu hususun cevazında muhalefet etmemiştir. Lakin ilim ve hadis iddiasında bulunan bazı Müslümanlar bu hususta ulemaya muhalefet etmiş ve aykırı görüş beyan etmişlerdir. Onların sözlerine itibar edilmez ve görüşlerine iltifat edilmez. Hatta söylediklerinin üzerine kilitli bir kapı vurulur, zira onların bu iddiaları Kitap, Sünnet ve İcmâ’dan olan delillere muhaliftir.

Nitekim imam ve âlimler tevessülün cevazını ve delillerini fıkhî bir konu olması hasebiyle fıkıh kitaplarında zikrededurmuşlardır. Bu durum, itikadî sorunları olan bidatçi bir grubun türemesine kadar devam etmiştir. O bidatçi grup da kendi selefleri olan Mutezile, Kerrâmiyye, Mucessime ve Muşebbihe fırkalarına uyarak tevessül meselesini akâid meselelerinin içine alır. Bu sebeple hak ehli olan Eşarî ve Mâturidî imamları ve onlara tabi olan müslümanları tekfir eder Selef-i Sâlihîn’e tabi olan İslam ümmetini fasık ve bidatçi olarak görürler. Onların zannına göre, fırka-i nâciye ismi sadece onlara şâmil gelmekte geri kalan bütün müslümanlar ise ehl-i nar olarak görürler. Bu Hâricîler, “Kitap ve Sünnet” şiarı arkasında bazen kendilerini “ehl-i ilim” olarak bazen de “ehl-i hadis” olarak gizlemişlerdir. İlimden yoksun insanların kafalarını bulandırıp hakka batıl, batıla da hak kisvesi giydirirler. Onlar tarih boyu bazı aşamalardan geçmişlerdir. İlk önce Selefîlik, sonra Vasatîlik en sonunda da reformistlik iddiasında bulundular. Belli bir usule sahip olmadıklarından daima değişkenlik göstermektedirler. Bunun bir başka tezahürü de günümüz Selefîliği’nin üç farklı gruba ayrılmış olmasıdır.

Hak ehline düşen vazife, akide ve usulü korumak ve delillerini hakkıyla izhar etmektir. Zira bu vesile ile bu gibi bidatçilerin dine yaptıkları tahrifler, yanlış teviller ve aşırılıklar bertaraf edilebilir.

Bu usul, Allah yolunda yapılan en büyük cihat ve Müminleri hak üzere sabit kılmanın da en sağlam yoludur. Nitekim kalplerinde bozukluk olan bu fırka, ellerine aldıkları tekfir kazmalarıyla din-i mubin-i İslam’ı gün geçtikçe kerpiç kerpiç, tuğla tuğla yıkmaya çalışıyorlar.

Biz de Allah Teâlâ’nın inayeti ile böyle bir çalışma yaptık ki okuyan her mümin, ayet-i kerimelerin manasını hakkıyla öğrensin ve tahrifçilerin oyununa gelmesin. Allah Teâlâ’dan niyazımız odur ki bu kısa çalışmamızı okuyan ve cehaleti sebebi ile dalalete düşmüş olan bir kardeşimizin hidayet bulmasıdır. Rabbim hepimizi hak üzere sabit kılsın, hidayete eren ve erdirenlerden eylesin, dalalete giren ve insanları dalalete sürükleyenlerden eylemesin. Hepimize hayırlı bir son nasip eylesin.

1. Tevessül

Müslümanlar arasında tefrika çıkarmak amacıyla kullanılan tevessül nedir?

İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab adlı eserinde şöyle der:

“Allah Teâlâ’nın yanındaki mertebedir. Ona: derece, yakınlık da denilir. Bir kişi, Allah’a ulaşmak için bir şey yaptığında onun için: ‘Allah’a ulaşmak için bir vesile edindi.’ denir. Vâsil; Allah’a ulaşmak için hevesli olan demektir… Birine bir iş ile yakınlaşıldığı zaman: ‘Ona bir vesile ile tevessül etti’ denir. Falanca şey ile ona tevessül etti demek; ona şefkat gösterecek bir münasebet ile kendisine ulaştı.” [1]

Bundan sonra da vesilenin genel manasına değinerek şöyle der:

“Vesile, başkasına ulaşmak için kullanılandır.” [2]

Tevessülün terim manası, lügat manasından farklı değildir. Tevessül, ibadetleri yapmak ve yasaklananlardan da uzak durmak gibi, kendisi ile Allah Teâlâ’ya yaklaşılan şeydir. Müfessirler de: “Ey inananlar, Allah’tan korkun, O’na yaklaşmaya yol arayın.” (Mâide 5/35) ayetini bu manaya hamlederler.

Allah Teâlâ’ya, başkasının duasıyla, Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarıyla ve yarattığı zatlar ile tevessül edilebilir. Peygamberler, salih kullar, Arş ve diğer başka şeyler zatlar kapsamına girer.[3]

Nihayetinde tevessülün 4 kısmı vardır.

1- Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatları ile tevessül,

2- Salih amellerle tevessül,

3- Salih bir müslüman kimsenin duâsı ile tevessül.

4- Herhangi bir zat ile tevessül.

İlk üç kısımda ihtilaf yoktur fakat son kısımda Haşviyye ile aramızda ciddi bir ihtilaf çıkmaktadır. Kitap ve sünnetin sadece zahirine yapışan bu fırka, ümmeti topluca tekfir etmeyi çabalamaktadır. Sebep olarak da meşru amellerden olan kabirleri ziyaret ettiklerini ve salih insanlarla Allah’a tevessül ettiklerini öne sürerler. Onlara göre Müslümanlar bu tevessül ile (haşa) putperest olmuş oluyorlar.[4] Zira bu tür yapılan tevessülü kendi usulsüzlükleri ile meşru olmaktan çıkarmışlardır. Hâlbuki tevessülün cevâzı ayet-i kerime ve hadis-i şerifler ile sabittir. Bunları burada zikretmekle konuyu uzatmak istemiyoruz. Fakat sonuç kısmında çok kısa bir şekilde birkaç örnek zikredeceğiz.

2. Zümer Suresi Üç’ün Manası

أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ

 “İyi bil ki, halis din ancak Allah’ındır. O’ndan başka birtakım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: “Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz.” (Zumer 39/3)

Bu âyet-i kerimede üzerinde duracağımız mevzu bahis, “Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” kısmıdır. Burada Allah Teâlâ, bizlere müşrikler hakkında:

  1. Allah’tan başka birtakım ilahlar edindiklerini.
  2. Onlara ibadet ettiklerini.
  3. Putlara ibadet etmeleri neticesinde düştükleri şirke mazeret olarak putların kendilerini Allah’a yaklaştıracakları inancıyla yaptıklarını anlatır.

Hâlbuki müşriklerin şirk koşma ameli, putlara yaptıkları ibadetleridir. Onları Allah’a yaklaştıracaklarına inanmaları değildir. Bu sebeple yaptıkları tevessül onları müşrik kılan amel değildir. Aslında tevessül, onları müşrik kılan amelin üstünü örtmek için getirdikleri bir mazeretten ibarettir. Buna benzer bir konu da Yunus Sûresi 18. âyet-i kerimede geçer.

وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هَؤُلَاءِ شُفَعَاؤُنَا عِنْدَ اللَّهِ

“Allah’ı bırakıyorlar da kendilerine ne zarar, ne menfaat veremeyecek şeylere tapıyorlar ve «ha, onlar bizim Allah yanında şefaatçilerimizdir» diyorlar.” (Yunus 10/18)

Baktığımızda şefaatin de hak olduğunu inkâr eden hiçbir Ehlisünnet âlimi yoktur. Şefaatin hak olduğu konusu üzerinde durmak, konuyu uzatacaktır. Malumun ilamına lüzum yoktur. Yunus Sûresinde geçen bu âyet-i kerimede yine müşrikler anlatılmıştır. Burada da onların şirk ameli açıkça zikredilmiş ve bu yaptıkları çirkin amelin üstünü kapatmak için Allah katında meşru olan bir amel ile mazeret bildirdikleri beyan edilmiştir. Onların şefaatçi olduklarına inandıkları için onlara kulluk ettiklerini söylerler. Fakat her ne mazeretle olursa olsun, Allah’tan gayrısına yapılan ibadet şirk diye vasıflanmaktadır.

Bu bağlamda Zumer suresinde geçen ifadeler ile Yunus suresinde geçen ifadeler arasındaki fark, Zumer sûresinde tevessül ile mazeret bildirilirken Yunus sûresinde ise şefaatçi olduklarına inandıklarını beyan ederek mazeret bildiriyorlar. Şefaat ve tevessül hak olan iki husustur ki müşrikler de bunu bildikleri için mazeret olarak öne sürmüşlerdir.

Zümer Sûresi 3. âyeti-i kerimenin bazı meâllerdeki örnekleri:

Diyanet meâli: O’nu bırakıp da putlardan dostlar edinenler: “Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz” derler.

Elmalılı Hamdi Yazır: “O’ndan başka birtakım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: “Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.”

Hasan Basri Çantay: “Onu bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler (derler ki:) «Biz, bunlara ancak bizi Allaha daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz»

Bütün bunlar gösteriyor ki Zümer Suresi 3. ayetin manası şöyledir: “Biz ancak (o yardımcılara) bizi Allah’a yakınlaştırsın diye tapıyoruz.” Yani bu ayeti kerimenin manası: Müşrikler, Allah’tan başkasına yaptıkları ibadeti, kendisini Allah’a yakınlaştırsın diye yapmaktadırlar. Arap diline hâkim olanlar da bunu açıkça görmektedirler. Dolayısıyla bu ayetin şeyh ve mürit ilişkisine delil olarak getirilmesi akıl ve mantık dışıdır. Çünkü tarikatta şeyhe tapmak, taparak vesile edinmek diye bir şey yoktur.

Öte yandan Arap diline hâkimiyeti bakımından yetersiz olanlar ve kalplerinde bozukluk olup Müslümanlar arasında fitne çıkarıp tefrika yapanlar ise şöyle meâl vermektedirler:

“Biz onlara tapmıyoruz, bizi Allah’a yakınlaştıracağına inanıyoruz” Onların verdiği bu bozuk manaya göre müşrikler puta tapmıyor bilakis putların onları Allah’a yaklaştıracağına inanıyorlar. Nihayetinde de onların bu tevessülleri onları müşrik kılmaktadır.

Bu mananın bozukluğunu yine Yunus suresinde geçen âyet-i kerime ile ortaya koyabiliriz. Orada geçen âyet-i kerimede, “onlar bizim Allah yanında şefaatçilerimizdir” demeleri eğer şirk olsaydı o zaman şefaate inanan herkes müşrik olurdu ki bunun batıllığı da avam-havas herkesin yanında bedihidir. Kaldı ki ayet-i kerimenin ilk kısmında, “Allah’ı bırakıyorlar da kendilerine ne zarar, ne menfaat veremeyecek şeylere tapıyorlar” ibaresi apaçık önümüzdedir.

Bu nedenle tasavvuf ehli bir insan “biz mürşide tapmıyoruz, vesile ediniyoruz” dediği zaman yanlış mana verdiği bu ayeti sözde delil olarak getiriyorlar ve: “İşte müşrikler de tapmıyor ama yaklaştıracağına inanıyorlar” diyorlar. Bu sebeple Kuran-ı Kerimi iyi okuyup fehm etmeliyiz. Nitekim Ebu’d-Derdâ [radiyallahu anh] bu minvalde şöyle der: “Şüphesiz sen, Kuran-ı Kerim’in birçok veçhini görmeden tam anlamıyla hepsini anlayamazsın.”[5]

2.1. Zümer Süresi Üç’ün Bazı Tefsirlerdeki Açıklaması:

2.1.1. Bağevî’nin “Meâlimu’t-Tenzil”i:

İyi bil ki, halis din ancak Allah’ındır.” Katâde: “Allah’tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmek” dedi. Bazıları da: “Halis dine sahip olmak, Allah’tan başkasına layık değildir.” Bazı âlimler de: “Şirkten halis (arındırılmış) olan din, Allah’ın dinidir.” Dedi.

O’ndan başka” Yani Allah’tan başka. “birtakım dostlar tutanlar” Yani putlar. “Biz, onlara ibadet etmiyoruz” Yani onlar bunu derler. “Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” İbn Mes‘ûd ve İbn Abbas [radiyallahu anhuma] bu şekilde okumuşlardır.

Katâde der ki: Bunun sebebi şudur: Onlara; “Rabbiniz kimdir, sizi yaratan kim, yeri ve göğü yaratan kimdir? Diye sorulduğunda, Allah derler. Bunun üzerine onlara: O zaman putlara ibadet etmenizin anlamı nedir? Diye sorulduğunda onlar: ‘Bizi Allah’a daha çok yaklaştırsın ve bize şefaatçi olsunlar diye ibadet ediyoruz.’ Diye cevap verirler.”[6]

Bu tefsirde görüldüğü üzere aslında kendisine taptıkları şeyler putlardır. Bu sebeple putlara yapılan ibadet onları müşrik kılmıştır. Nihayetinde ileri sürülen sebep ne olursa olsun yine de şirktir. Her ne kadar bu ibadetler ile beraber Allah inancı olsa bile bu durum şirki iptal etmez.

2.1.2. Fahreddin er-Râzî’nin “Mefâtîhu’l-Ğayb”ı:

“Bil ki Allah Teâlâ, ibadetin başı ve reisinin tevhitte ihlas etmek olduğunu beyan ettikten sonra müşriklerin ibadet yöntemlerini kötüleyerek devam etti ve şöyle buyurdu: “O’ndan başka birtakım dostlar tutanlar da: Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” Bu sözün haberi mahzuftur ve takdirinde: “O’ndan başka birtakım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler:” Bu ayet-i kerimede geçen “onlara” zamiri, Allah’tan gayrı ibadet edilen eşyalara döner. Bu ibadet edilenler, akıl sahibi ve akılsız olmak üzere iki kısma ayrılır. Akıl sahibi olanlar: Bir toplum Mesih’e, bazıları Üzeyr’e bazıları da meleklere ibadet ettiler. Çoğu insan da güneşe, aya ve yıldızlara onların diri, akil ve konuşan varlık olduğuna inanarak ibadet ettiler. Kendisine ibadet edilen cansız eşyalara gelince, onlar akıl ve yaşamak ile vasıflanmayan varlıklardır. Bunlar da putlardır. Bu ayrımı iyi öğrendikten sonra sana şunu diyebilirim ki, kâfirlerin zikrettiği kelamdaki zamirin akıl sahiplerine dönmesi daha uygundur. Akılsız varlıklara dönmesi ise uygun değildir. Bunun beyanı iki vecih ile yapılır.

Bir: Burada geçen هم zamiri akıl sahipleri içindir.

İki: Bu kâfirlerin İsa Mesih, Hz. Uzeyir ve Meleklerin Allah katında kendilerine şefaatçi olmalarına inanmaları fazla uzak bir mana değildir. Ancak aklı yerinde bir kişinin; putlar ve cansız varlıkların Allah’a yaklaştırabileceklerine inanmaları çok uzak bir manadır.

Bu takdire göre müşriklerin muradı; yaptıkları bu ibadet onları Allah’a yaklaştıracaktır.”[7]

3. Araştırmanın Amacı ve Önemi

Ameli imandan bir cüz sayıp amelsizliği imansızlığa yorumlayan ve bunun neticesinde de müslümanları tekfir eden grupların, birtakım âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri kendi çirkin emellerine göre şekillendirdikleri ortadadır. Delil verdikleri hiçbir nassın manasını tam anlamıyla bilmezler. Başlarındaki sözde liderler onlara neler derlerse, bunlar da onu ilim zannederler. Müslümanları kandırmakta kullandıkları naslar arasında tefsirlerde dahi pek net ifadeler ile anlatılmamış olan Zumer Suresi’nin üçüncü âyet-i kerimesi üzerine mercek tutmak istedik.     

4. Araştırmanın Yöntemi

Tevessül ile ilgili lehte ve aleyhte yazılmış eserleri inceledik. Konuya bağlı olarak bütün tefsirlerde Zumer Suresi üçüncü âyet-i kerimeyi detaylı olarak inceledik ve bütün çalışmanın özetini sizlerle paylaştık.

5. Bulgular ve Tartışma

Arapça dil kurallarına hâkim olan herkes bilir ki; “İlla” lafzının kullanımlarından en yaygın olanı istisna edatıdır. Bir diğer yaygın kullanımı da nefy-u ispat şeklidir. Nefy-u ispat şeklindeki kullanımında önce umumî bir olumsuzluk oluşturulur, sonra illa gelir ve hükmü kendisinden sonra gelene has kılar. Buna örnek olarak kelime-i tevhidi verebiliriz:

لا إله إلا الله

“Lâ ilâhe illellah”

Kelime manası: “Hiçbir ilah yoktur, ancak Allah vardır.” Türkçede tam olarak şu şekilde mana verilir: “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur.”

Zumer 3’te de geçen illa, bu kabildedir. Âyet-i kerimede ilk önce ما نعبدهم  , “Biz onlara ibadet etmiyoruz” ibaresi ile putlara ibadet cinsinden yapılan bütün fiilleri nefyediyor daha sonra da illa geliyor “إلا” ve mana “Ancak ibadet ediyoruz.” Oluyor.

Tefsirlerde gördüğümüz gibi, onlara şöyle sorulur: “O zaman neden putlara ibadet ediyorsunuz?” onlar da şöyle cevap verirler: “Bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye.”   

Yukarıda da belirttiğimiz üzere Yunus suresi 18 ve buna ilâveten Yasin suresi 23 ve 74 gibi ayeti kerimeler hep aynı minvaldedir. Allah’ı bırakıp, başka ilâhlar edinenleri, Allah’tan başka ilah olarak gördükleri şeye tapanları hedef almaktadır. Tasavvufta ise şeyhe tapınmak diye bir şey söz konusu değildir. Bunu, inkâr edenler de en az bir tasavvuf ehli kadar bilir.

Sonuç

Tevessülde bulunurken hiçbir şekilde ibadet etmek ya da kendisi ile tevessülde bulunan herhangi bir hususa kulluk etmek diye bir şey yoktur. Nitekim Allah Teâlâ’ya; isim ve sıfatları ile salih bir kulun duası ile ve yapılan salih bir amel ile tevessülde bulunulduğunda şirk olmuyorsa aynı şekilde Peygamberler ve salih kullar ile tevessülde bulunulduğunda da şirk olmaz. Zaten bu iddianın batıllığı Nisa Suresi 64. ve Bakara Suresi 89. ayet-i kerimeleri ile ortaya çıkmaktadır. Mâlik ed-Dâr hadisi ve daha nice hadis-i şerifler de bidat ehlinin iddiasını kırmak için yeterlidir. O ayet-i kerimeleri kısaca zikredelim:

“Biz hangi peygamberi gönderdikse, sırf Allah’ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah’ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisa 4/64)

Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede, kendilerine zulmeden (günah işleyen) sahabelerin tövbe etmesi için Resûlullah’a [sallallahu aleyhi vesellem] gitmesini ve Onun yanında tövbe etmesini emretmiştir. Resûlullah’ın da [sallallahu aleyhi vesellem] onlar için istiğfarda bulunduğunda Allah’ı bağışlayıcı olarak göreceklerini bildirmiştir. Bu apaçık bir şekilde tevessüldür ki Resûlullah’ın [sallallahu aleyhi vesellem] varlığı ve yaptığı duasının Allah katındaki değerini gösterir. Oysaki sahabeler, evde oturup da tövbe edebilirlerdi. Fakat yaptıkları tövbenin kabulü hususunda bu kadar da emin olamazlardı. Bu aynı zamanda demek oluyor ki bir zatın yanında tövbe etmek o zata değil bilakis bizzat Allah’a tövbe etmektir. Yanında tövbe edilen zatın Allah katında kıymeti o tövbenin kabulünde etkilidir. Bu hususta Haşvîler derler ki: Aslında burada zat ile değil zatın duası ile tevessül vardır. Biz de Şam ulemasından bir Eşari âlimin munazara ettiği bir Haşvî’ye verdiği cevap ile cevap verebilir: “O dua ile tevessül edilebiliyorsa, duayı eden zat ile bi tarik-i evla tevessül edilebilir.”

Nitekim Bakar Suresi 89. Ayet-i kerimede bizzat Resûlullah’ın [sallallahu aleyhi vesellem] zatı ile tevessül edildiği bildirilmiştir: 

“Yanlarındakini tasdik etmek üzere onlara Allah katından bir kitap gelince, daha önceleri inanmayanlara karşı onunla yardım isteyip durdukları halde, o tanıdıkları kendilerine gelince, bu sefer kendileri onu inkâr ettiler. İşte bundan dolayı Allah’ın laneti kâfirleredir.” (Bakara 2/89)

Eski zamanlarda kitap ehli olanlar, müşriklerle yaptıkları savaşlarda âhir zamanda gönderilecek olan Peygamberin hürmetine Allah Teâlâ’dan zafer isterlerdi. Şimdi o zat geldi ve onu tanımalarına rağmen onu inkâr ettiler. Bu ayet-i kerimede de apaçık bir şekilde görüyoruz ki daha Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem] dünyaya teşrif etmeden bile onun zatı ile tevessülde bulunuluyordu. Bu hususta Hariciler bizlere şöyle itirazda bulunurlar:

“O, bizden öncekilerin şeriatinde olan bir husustur ve bizleri bağlamaz.”

 “Tevhid ve şirk hususları Hz. Âdem’den [aleyhisselâm] bugüne kadar hiç değişmemiştir. Hiçbir husus önceki kavimlerde meşru iken bu ümmete şirk olarak gelmemiştir.”

Bir amelin şirk olması için belli şartlar vardır. Bu hususta mufessir ve nahiv âlimi olan Zecâc [rahimehullah] “Meâni’l Kuran” da şöyle der:

“Eğer birisi derse ki: Aslında onların reddedilen ameli, Allah’a ibadet edilmeksizin O’na yakınlaşmak için başkasını aracı edinmesidir. Çünkü müşrikler dediler ki: ‘Biz onlara yalnızca bizleri Allah’a yakınlaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ Bunun neticesinde Allah’a; Peygamberleri, Melekleri ve Sâlih kullarının sevgisi ile tevessül edenlerin farkı: Onlar bu zâtlar ile tevessül ederken Allah’ı [azze ve celle] tevhid ediyorlar ve ibadette de hiçbir şeyi O’na ortak koşmazlar. Kâfirler ise Allah’tan başkasına ibadet ederek tevessül ederler. Nihayetinde de bu küfürlerini kendilerine vesile edinmişlerdir.”[8]

Burada da Hicri 311 yılında vefat eden selef âlimlerinden bir zatın tefsirinde beyan ettiği gibi asıl şirk; kâfirlerin Allah’tan başkasına ibadet ederek Allah’a vesile edindiğini söylemiştir.    

Tam bu noktada Adiyy b. Hatim’in olayı zikre şayandır.

Adiyy b. Hatim şöyle der: 

“Peygamber’e [sallallahu aleyhi vesellem] geldim ve boynumda altından yapılmış bir haç vardı. Bana: “Ey Adiyy! At o putu boynundan!” dedi. Ben de attım ve yanına geldim, Tevbe suresini okuyordu. Şu âyet-i kerimeye geldi:  “Onlar, Allah’tan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler.” (Tevbe 9/31) Bitirene kadar bekledim ve sonra: “Biz onlara ibadet etmiyorduk ki.” Dedim. Şöyle buyurdu: “Allah’ın helal kıldığını haram kıldıklarında siz de onlara itaat edip haram kabul etmiyor muydunuz? Ve Allah’ın haram kıldığı bir şeyi de helal kıldıklarında siz de onlara itaat edip helal kabul etmiyor muydunuz?” ben de: “Evet.” Dedim. Bunun üzerine: “İşte bu, sizin onlara yaptığınız ibadettir.” Dedi.[9]

Demek ki tevessül, Kuran-ı Kerim’de reddedilmiş bir amel olmayıp bilakis meşru olan bir ibadet olarak önümüze çıkmaktadır. Haricilerin tevessülü inkâr edip sonra da Kuran-ı Kerimden olan bazı ayet-i kerimelerin manalarını değiştirip kendilerine delil olarak kullanmaları onların ne kadar bozuk fikirli olduklarını gözler önüne sermektedir.

EMRAH DEMİRYENT NİSAN 2018

Kaynakça

  1. Sahih el-Buharî: Muhammed b. İsmail Ebû Abdullah el-Buharî el-Cu‘fî.
  2. Hilyetu’l-Evliyâ: Ebû Nuaym Ahmed b. Abdullah el-Isfahanî. Es-Saade, Mısır.
  3. Meâlimu’t-Tenzil: Muhyi’s-Sunne Ebu Muhammed Hüseyin b. Mes‘ud el-Beğavî eş-Şâfiî. Dâru İhyai Turasi’l-Arabî. Beyrut.
  4. Haşiyetu’s-Sâvî ale Tefsiri’l-Celâleyn: Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed el-Halvetî, eş-Şehîr bi’s-Savî el-Malikî.
  5. Mefâtîhu’l-Ğayb: Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer et-Teymî er-Râzî, el-Mulakkab bi Fahreddin er-Râzî. Dâru İhya-i Turâsi’l-Arabî. Beyrut.
  6. Lisanu’l-Arab: Muhammed b. Mükerrem b. Alî b. Ahmed Ebu’l-Fazl Cemâluddîn b. Manzûr el-Ensârî er-Rüveyfiî. Dâru Sâdır. Beyrut.
  7. El-Mevsuatu’l-Kuveytiyye el-Fıkhiyye.
  8. Tefsiru’l-Âlûsî­­­ – Rûhu’l-Maânî: Şihabuddin Mahmûd b. Abdullah el-Hüseynî el-Âlûsî. Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye. Beyrut.
  9. Mehakku’t-Tekavvul: Muhammed Zâhid b. Hasan el-Kevserî. El-Mektebetu’l-Ezheriyye Li’t-Turas.
  10. El-İsâd fi Cevâzi’t-Tevessuli ve’l-İstimdad: Eş-Şeyh Abdulhâdi Harse. Dâru Fecri’l-Arube.
  11. Meâni’l-Kuran: İbrahim b. Es-Seri Ebû İshâk ez-Zecâc.
  12. Mu‘cem-ul Kebir: Süleyman b. Ahmed el-Lehmî eş-Şâfiî Ebu’l-Kasım et-Taberî.

[1] İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, 11/724.

[2] İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, 11/724.

[3] El-Mevsuatu’l-Kuveytiyye el-Fıkhiyye. 14/149. Âlûsî, Tefsiru’l-Âlûsî, 6/124.

[4] Zâhid el-Kevserî, Mehakku’t-Tekavvul, 3.

[5] Ebû Nuaym el-Isfahanî, Hilyetu’l-Evliyâ 1/211.

[6] Beğavî, Meâlimu’t-Tenzil. Sâvî, Haşiyetu’s-Sâvî ale Tefsiri’l-Celâleyn.

[7] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb.

[8] Ebû İshâk ez-Zecâc, Meâni’l-Kuran, 3/246.

[9] Mu‘cem-ul Kebir.


[1] Buhari, istitabe, 6

Başa dön tuşu